Kızgınlık, Suçluluk, Utanç
KIZGINLIK, SUÇLULUK, UTANÇ
Liv Larsson’la Türkçe’de yayınlanan kitabı "Kızgınlık, Suçluluk ve Utanç”tan hareketle yaptığımız sohbetin özetini aşağıda yayınlıyoruz.
Kitabın ilk cümlesi, kitaba ilham olan cümle neydi? Yada kitaba ilham veren bir hatıra var mı?
Marshall’ın "Hiçbir zaman utanç, suçluluk ya da kızgınlıktan kaçınmak bir şey yapma” sözüydü. Şiddetsiz İletişim’in kurucusu Marshall Rosenberg’in bu sözü kitabın tohumu oldu. Bu cümle merak tohumunu ekti. Benim için bu ne demek? Başkaları için ne demek?... Bu, benim için bu büyük bir başlangıç noktasıydı. Sadece bu öneriyi duymak, "hiçbir zaman bu duygulardan kaçınmak için bir şey yapma” cümlesi.
Peki bu başlangıç cümleleri bir kitap yazmaya doğru nasıl gelişti?
Öfke hakkında küçük bir broşür yazmak istedim. Çünkü Şiddetsiz İletişim’den öfkeyle baş etmek hakkında çok şey öğrendim. Eşim Kay, Şiddetsiz İletişim’in en iyi yanı Liv artık eskisi kadar öfkeli değil diyor. "O halde gel, küçük bir broşür yaz” dedi bana.Fark ettim ki Şiddetsiz İletişim’le öfkeme bakıyordum. Ardındaki ihtiyaçlarla, bunu stimüle eden ihtiyaçlarla bağlantı kurmaya çalışıyordum. Aynı zamanda bu kadarı bazen yürümedi. Bazen ulaşamadığım başka bir katman daha oluyordu. Ve böylece utancı araştırmaya başladım. Sonra çoğu zaman kızgınlığa baktığımda utancın orada bir katman olarak durduğunu fark ettim. Utancı hissetmek ve biraz durup kendimle bağlantı kurmak yerine bir başkasını yargılıyordum. Çünkü utanç çok rahatsız bir duygu. Hissetmesi çok iğrenç. Bu yüzden, çok hızlı bir biçimde başka bir hale atlıyoruz. Bu nedenle Kızgınlık, Suçluluk ve Utanç kitabı bütün bir spektrumu kapsıyor çünkü hepsinin birbiriyle bağlantılı olduğunu, sık sık biraraya geldiklerini görüyorum. Bu da onlarla baş etmeyi zorlaştırıyor.
Utanç anını belli bir biçimde kucaklarsam her zaman bana hizmet ediyor. Beni zorluyor. Beni büyütüyor. Ama bana her zaman hizmet ediyor. Bana kendi ihtiyaçlarımı aynı senin ihtiyaçlarını da gözetebileceğim şekilde hizmet ediyor. Çoğu zaman utancı hissetmekten yalnızca kendi ihtiyaçlarımı gözeteceğim, başkalarını gözetmeyeceğim diyerek kaçındım. Sonra hayatta bazı dönemler oldu, "ben bu kadar ilgiyi hak edecek kadar değerli değilim” dedim. Yani hep başkalarının ihtiyaçlarını gözettim. Ve sık sık utanç anlarında genişleyip bu yaptığım başka biri için nasıldı acaba diye düşündüm. Mesela böyle bir hata yapmam ya da böyle bir şeyi düşünmemem. Başka biri için nasıldı ve benim için nasıl. Kendimi ya da diğerini yargılamaya gitmek yerine, duruyorum ve bu durma sayesinde daha fazla ihtiyacı kucaklayabiliyorum. Bence püf noktasıutanç duyduğumda insan olduğumu hatırlamak. İnsandan daha başka bir şey değilim. Süperinsan değilim. Kötü biri değilim. Sadece insanım. Bu da bazen hata yaptığım anlamına gelir. Üç önemli ihtiyaca gideceğim anlamına gelir. Utanç duyduğumda bakarım, bu aidiyetle mi ilgili? Kabulle mi ilgili? Haysiyetle mi ilgili? Çoğu zaman bunlardan biri kapıyı açar. Haysiyetle ilgili ve aynı zamanda bağlantıyla… Ya da kabulle ilgili ve aynı zamanda sıcaklıkla... Bunlar genel olarak ihtiyaçlar hakkında düşündüğümden daha derin bir farkındalığa kapı açarlar. Bu üçünü daha derin bir ihtiyaç katmanına ulaşmak için kullanırım. Bu benim için çalışıyor ve biliyorum ki pek çok başka kişi için de çalışıyor.İnsanları daha derin katmanlara taşıdıklarını söyleyecek kadar çok durum gördüğümü söyleyebilirim.
Gerçekten günlük hayatımızda yapmadığımız şey, devam etmeden önce zaman almak ve bakmak. Pek çok şeyi de berbat ediyoruz…
Evet, çoğu zaman utancın bizi aptallaştıracağını iddia ediyorum. Aptalca kararlar alırız. Utanca girdiysek ve çok hızlı hareket ediyorsak çoğu zaman kendimize hizmet etmeyen bir karar alırız. Çok kısa bir zaman, belki 10 dakika durup beklemediğimizde, belki yıllarca sonuçları olacak şekilde konuşur ya da hareket edebiliriz. Evet, bir nefes alabilmeli ve gerçekten anda olanı hissetmeliyiz. Ve evet eğer dışarıdan özen ve sevgi almayı deneyimlemiyorsak çok zordur. Daha da zordur.
Liv en başta öfkeyle ilgili bir kitap yazmaya karar verdiğini daha sonra utançla ilgili yazma noktasına geldiğini söyledin. Seminerlerde sık sık insanlar "öfkeliyim” diyorlar. Daha derine indiğimizde utanç buluyoruz. Peki bu süreç senin için öfke ile ilgili kitap yazmaktan utançla ilgili yazmaya doğru giderken nasıldı?
Her şeyden önce bu öfkemi sevmekle ilgiliydi. Sadece kabul etmekti. Oradaydı. Çoğu zaman kendimi ifade etmek için çok uzun süre oradaydı. Aa, bu güzel, bırak insanlar şunu yapsın, kendileri seçsin filan derken kızgınlık inşa ediliyordu. Bunu gerçekten dikkate almaya başladığımda bir tür ilk adım oldu. Sonrasında ikinci adım tam karşı tarafa geçmenin cazibesine kapılmamaktı. "Ben hatalıyım, ben yargılanmalıyım”…Öfkede "Bu senin hatan, sen şöylesin” filan diye gideriz. Diğer yön ise kendimi yargılamaktır. Yargılanacak biri olduğuna inanmak çünkü çok fazla rahatsızlık vardır. Yani her şeyden önce öfkeyi onurlandırmak için şunun farkına vardım, hep bunun kimin hatası olduğuna bakmanın cazibesine kapıldığımı fark ettim. Çünkü koşullanma bu, öğrenilmiş olan düşünme biçimi bu. Yalnızca rahatlamak ve "evet şimdi kendimi yargılıyorum”, "şimdi seni yargılıyorum” demek… Bir adım geri çekilmek. Ve kendimi ya da başkasını yargılamakta çok acele etmemek. Sadece kabul etmek, "yargılıyorum,” olan bu.
Sonra merak etmeye başladım çünkü yalnızca "senin hatan, benim hatam” diye yapmıyordum. Öfke anlarında başka bir şey daha yapıyordum. Bir tür buna karşı meydan okuma geliyordu. Şöyle bir şey, "tamam utanç duyuyorum ama utanç duymam gerekmiyor, ben tamamım, ben özgürüm, bunu hissetmeme gerek yok. Ben bundan daha fazlasıyım.”
Ve evet kızgınlıkla ve utançla baş etmekte bana yardım eden şeylerden biri kimi zaman kendimi bağımsızlaştırmam ve bunu hissetmiyorum demekti. "Ben birine veya bir şeye ihtiyaç duymanın üstünde biriyim. Ben tamamen özgür, ayrı, kendi kendine yeten biriyim, ben utanç filan hissetmem çünkü hiçbir şeyin derinime işlemesine, bana dokunmasına izin vermem. Bundan böyle öfke de hissetmem. Yargılamam da. Tamam sen ne yapmak istiyorsan yapmakta özgürsün, ben de ne yapmak istiyorsam yapmakta özgürüm.” gibi…
Burada artık sıcaklık ve daha derin bağlantı yok. Yani anlıyorum ki, kitapta anlattığım, bu İhtiyaçPusulası’ndaki yönlerde epeyce zaman harcadım. Ve kendi kendine yetmeyi tüm toplum gibi ben de öğrendim. Biliyorsunuz, modern hayat hiçbir şeye ihtiyaç duymamak, hiç kimseye ihtiyaç duymamak üzerine. Ve ne kadar bunun içine çekildim ve ilişkilerim ne kadar bundan zarar gördü…
Yakın arkadaşlıklar yüzeysel bir seviyede kaldı. Ve sonra burada durarak ne öğrenebileceğim konusunda merak duymaya başladım. Söyleyebilirim ki bunun içinden geçmek benim yıllarımı aldı. Bence hepimizin utançtan kaçma ve bir yerlerde öğrendiğimiz patternlerle hareket etme eğilimimiz var. Benimki kırılgan olan herhangi bir şeye karşı meydan okumaydı. Bana "bu çok tehlikeli” deseniz, ben size "tamam, çok tehlikeli olmadığını size göstereceğim, ben yapabilirim, benim hiçbir güvenliğe ihtiyacım yok.” Bu bir anlamda kendini bir ada olduğun konusunda kandırmak.
Ve artık bununla oynayabiliyorum. "Cool” olmakta bir sıkıntı yok ama böyle yaşamak istemiyorum. Hayatımı böyle yaşamak istemiyorum. Aynı zamanda bütün hayatımı her dakika öfkeli olarak da geçirmek de istemiyorum. Bu çok yorucu. Ya da kendi kendini yargılamak. Çok yorucu. Bunu yapmamızda bir yanlışlık yok yani.
İhtiyaç Pusulası’nın yönlerine bakarken, bunun kültürel eğilimlerle ilgili tarafı dikkatini çekti mi? Sen hem Türkiye’de hem de farklı ülkelerde Şİ paylaştın. Farklı kültürlerde insanların utanç davranışlarıyla ilgili renkler konusunda ne söyleyebilirsin?
Hepimizin geri çekilme, karşı tarafa kızma, kendini eleştirme ve meydan okuma eğilimlerimiz var. Ama belli kültürlerde daha fazla kabul gören davranışlar var. Kimi kültürlerde öfkeli olmak, karşı tarafı suçlamak daha fazla kabul görüyor.
İletişimin Türkiyeli ve İsveçli halinin ne kadar benzediğini görmek beni şaşırtmıştı. Çok fazla dışarıya doğru giden kızgınlık yok, daha çok kendini yargılama ve geri çekilme var. Ve bazı ülkeler var ki, tabii ki bu bir genelleme ama meydan okuma çok daha fazla onurlandırılıyor. Mesela ABD’de tam olarak ortaya çıkmak daha fazla. İsveç’te biz daha çok önce sen konuşmak ister misin deriz çünkü benim söyleyecek çok fazla iyi şeylerim yok. Evet kabul edilen eğilimlerimiz var.
Ama aynı zamanda bir şey daha var. Biz küçükken, 1-4 yaşları arasında kendimizi göstermeye başladığımızda hepimiz şöyle veya böyle geri çekiliyoruz. Çünkü ebeveynlerimiz ya da bize bakım verenlere çok fazla bağımlıyız. Bu nedenle eğilimimiz hayatlarımızı daha küçültmek, kurallara uymak, cici kızlar ve cici oğlanlar olmak ki utanç ve cezalandırılmadan kaçınalım.
10-11 yaşlarına geldiğimizde bakım almayı riske etmeye başlarız. Hepimizin geriçekilme eğilimi var yani. Ki bu iyi bir şey çünkü kuşaklar boyu, binlerce binlerce yıl boyunca kendi gönül rızamızla bakım verenlerin karar vermesine izin verdik. Kimilerimiz orada daha fazla kalıyor. Kimilerimiz diğer yönleri keşfediyor.
En önemli bulduğum şey ise farklı kültürlerde farklı eğilimler olmasından çok insanlar hangi yöne giderlerse gitsinler onurlandırmak. Bunu "yanlış” hale getirmemek. Ne zaman İhtiyaç Pusulası’nı sunsam her seferinde anında herkesin rahatladığını görmek harika bir şey. "Vay, kabul ediliyorum, bir tek ben değilim!” gibi. "Orada saklanan aptal ben değilim, bu hepimizin yaptığı bir şey.” Ama elbette farklı kültürler küçük farklı şeyler yapıyorlar. Ama Türkiye hakkında işte pattern bu diyecek kadar çok şey bilmiyorum. Bir araştırma yapılabilir tabii ama bilmiyorum.
Seni duyunca aklıma Türkçe’deki özel bazı kelimeler geldi. Darılmak, alınmak... Bunlar gerçekten geri çekilme için özel kelimeler. Sanırım bir tür küsmek, artık konuşmamak. Evet, alınmak. Çok ortak bir şey daha, "utan”, "utan” demek. Gerçekten çok yaygın. Bundan utanmak. Çocuğa topluluk içinde hayatta kalmayı öğretmek için yetişkin insanlar çok bilinçli ve istekli bir şekilde bizi utandırır. Utandırılmak normaldir. Şimdi İhtiyaç Pusulası’yla utanç etrafında nasıl hareket ettiğimizi görmeyi çok seviyorum. Gerçekten kitabın nasıl bir karşılık bulacağını ve ne tür geribildirimler alacağımızı bu nedenle çok merak ediyorum.
Aslında şu sıralar Çocuklar ve Utanç konusunda başka bir kitap üzerinde çalışıyorum. Buna baktığımda, bu konuyla ilgili pek çok şey de okuyorum, görüyorum ki iki taraf var. Biri "Utanç iyidir. Çocukları utandırın ki yerlerini bilsinler” diyor; diğer taraf ise "Çocukları utandırmayın” diyor ve neredeyse "Ebeveynleri utandırın.” demekte. Ve elbette bunun arasında pek çok şey daha var. Bir anlamda bu ikisi de "haklı” aslında. Okul, çocuğun içindeki utanma korkusu onları sosyal hayata hazırlamak için. Bunun özü iyi bir şey, onların kabul görmesi, başkalarıyla ne yapacaklarını bilmeleri için. Çocukları utandırmayın diyenler de haklı. Utanç çoktan orada zaten. Onu artırmaya, daha fazlasını vermeye, bunu toksik utanç haline getirmeye, hani insanların 10-20-30-40 yıl içinde kalacakları biçime getirmeye ihtiyacınız yok. Hayatları etkileniyor bu derin mi derin utandırmayla. Aynı zamanda biyolojik varoluşumuzla ilgili de pek çok şey öğrendim. O kadar küçükken sinir sistemimiz utançla baş edebilecek durumda değil. Birdenbire çok fazla yüklendiğinde toksik hale geliyor ve bir insana ihtiyaç duyuyoruz. Eğer çocukları utandırırsanız, en fazla 5 saniye sonra mutlaka onları sevdiğinizi bilmelerini sağlayın ki utançla yalnız olmadıklarını bilsinler. Çünkü böyle zamanlarda olup bitenler içimizde çok iyi yer etmez. Kimilerimiz daha sonra hayatlarında bununla baş edebilecek kadar şanslıdır ama bunun gereksiz olduğunu söyleyebilirim.
Sohbetimizin başında utancın çok derin bir aidiyet ihtiyacından geldiğini söylemiştin. Aidiyet, ya da kabul tehlikeye girdiğinde utancın geldiğini. Bunlar bir çocuk için çok önemli şeyler. İnanıyorum ki utanç doğamızdaysa bu sosyalleşme kapasitemizi geliştirmek için. Bu nedenle "daha fazla utandırmamıza gerek yok” demeni sevdim. Kaynağımızda bu var, çocuğun aidiyetini utanç olmadan geliştirmesine izin verelim. Bu geliyor aklıma. Buna bayıldım, insanları ekstra utandırmamıza gerek yok.
Aynı zamanda onlardan utancı almamıza da gerek yok. Bununla birlikte olmak gibi.
Sana bir soru daha sormak istiyorum. Belki kitabı okumak için de insanları motive eder. Çoğu zaman seminerlerde insanlara birebir çalışırken "utanıyor musun?” diye sorduğumda, elimden geldiğince içimdeki sıcaklıktan sormaya çalışıyorum, görüyorum ki utanmaktan duyulan bir utanç da geliyor. "hayır, hayır, hayır, utanmıyorum!” Bununla ilgili ne düşünüyorsun?
Birkaç açıklamam var ama böyle anlarla başedebilmemiz için şunu söyleyebilirim. Utanç duyduğumuzda bir şekilde içgüdüsel olarak bunun tehlikeli olduğunu biliriz. Çünkü binlerce yıl önce sistemimizde utanç duymak, hiç ait olmamak, gruptan dışarı atılmak ve bu da yok olmak anlamına gelirdi. Ölürdüm. Sığınma evleri, süpermarket falan yoktu. Yani hayatta kalmak için gerçekten bir gruba ihtiyaç duyardım. Utanç duyduğumuzda gelen korku çok güçlüdür ve mantıklı değildir. Yalnızca bu ana ait değildir, hayatta kalmayla ilgilidir. Utanmaktan utandığımızda bir şekilde bunu göstermemekle de ilgilidir. Yani katman katman, utanmaktan utanmak, utanmaktan utanmak katmanları gibi. Bu kez derin bir nefes alıyorum ve bu utançla yüzleşmek istiyorum, birinin elini tutacağım demek kişinin kendi seçimi olmalıdır. Ve öyle yapmalısın ki insanlar buna başladıklarında bunun sistemlerinin söylediği kadar da tehlikeli olmadığını, büyük ölüm korkusu olmadığını görsünler. Doğru olmadığını, mantıklı olmadığını. Ama insanların bunu seçecekleri alan ve zaman hassas bir andır. "Evet, bununla baş etmeyi seçiyorum, hazırım, bütün iç kaynaklarım var, dışarıdan da destek alıyorum” desinler. Benim düşüncem utancın süper süper tehlikeli olduğu ve utanmanın ölümle sonuçlanabileceği o uzun tarihin tetiklendiği. Bununla ilgili konuşmaktan her zaman heyecan duyuyorum. Her zaman yıllardır bununla ilgili ne kadar konuşabildiğime şaşırıyorum. Hala hep kendim bu konuda merak duyuyorum ve her seferinde yeni cevaplarım var. Şaşırıyorum, nasıl da bu kadar ilgiliyim bu konuyla ve yeni şeyler öğreniyorum.
Sevgili Okur,
Bu kitabın hazırlanması da her zamanki gibi maceralı oldu. Nisan 2020 de çıkarmayı planlarken Kovit-19 krizine yakalandık. Şaşkınlık içinde bir süre faaliyetleri durdurduk. O günlerin en mucizevi olayı ise Redaktörümüz Büke Koyuncu’nun yeni bir canı, kızımız Zoe’yi dünyaya getirmesi oldu.
Bu kitabı Türkçeye kazandırma düşüncesi Ceyda Kansızlar ve Şükrü Bozkurt’un Liv Larsson’u eğitim vermesi için Türkiye'ye davet etmesiyle doğdu. Bu noktada Liv Larsson’a kitabının yayın haklarını Şiddetsiz İletişim Kitaplığı’na verdiği için çok teşekkür ediyoruz. Liv ile işbirliği içinde olmaktan büyük keyif alıyoruz.
Her zamanki gibi bu kitabın da yayına hazırlanma sürecinde pek çok Şiddetsiz İletişim gönüllüsünün emeği var. Şirvan Akan’ın Şubatta teslim ettiği çeviriyi Büke Koyuncu redaksiyondan geçirdi. Ardından Ceyda ve Şükrü Liv’in diline uyumu bakımından okudular. Deniz Spatar son okumayı yaptı ve tanıtım çalışmalarını sürdürüyor. Vivet yayına hazırladı. Özgen finansal arka planı takip etti.
Bu kitap gibi, istediğimiz daha bir sürü Şiddetsiz İletişim kitaplarını Türkçeye kazandırmanın coşkusu ile yayınevimiz "Şiddetsiz İletişim Kitaplığı”nı kurduğumuzda; yayıncılığın iç yüzünü bilmiyorduk. Şimdi hevesli amatörler olarak giriştiğimiz bu yayıncılık işini yolda öğreniyoruz. En önemlisi de maddi kaynak ihtiyacımız bizi oldukça yaratıcı çözümler bulmaya götürdü. Topluluk desteği ile kitaplarımızın basım ve yayımı için gereksindiğimiz maddi kaynakları yaratmak üzere harekete geçtik.
Gerçek bir dayanışma örneği göstererek, CNVC (Şiddetsiz İletişim Merkezi) sertifikalı eğitmenler ve sertifikalı eğitmen adaylarının elbirliği ile 29 Ekim 2020 - 01 kasım arasında 4 gün süren "Şiddetsiz İletişim Festivali” düzenledik.
Eğitmen topluluğumuz oturumlarını karşılıksız sunarak, yayınevinin ihtiyacı olan kaynakların yaratılmasına katkıda bulundular. Burada başta festivalde oturum sunan Judy Saruhan, Şükrü Bozkurt, Canan İrtem, Büke Koyuncu, Bediz Gürel, Gonca Fide, Hülya Tosun, İmge Kiner, Taylan Zeyrek, Gizem Alav Şapçı, Alper Süzer, Ceyda Kansızlar, Duygu Albayrak, Sevgi Fatoş Özer, Esin Erek, Hamdi Özgan, Mustafa Tülü olmak üzere, festivalimize katılan, duyuran ve kitaplarımızı alan dağıtan herkese şükranlarımızı sunuyoruz.
Emeği geçen, yüreğini bu kitabın hazırlığına koyan tüm arkadaşlarımıza çok teşekkür ederiz.
Şimdi pek çok arkadaşımız ikişerli üçerli gruplar halinde nöbetleşerek kitapların paketlenmesine katkıda bulunuyor.
Şiddetsiz İletişim’i hayatınıza uygulamak için rehberlerinizden biri olmasını dilediğimiz bu kitabı keyifle okumanız dileğiyle.
Şiddetsiz İletişim Kitaplığı
Vivet & Deniz & Özgen